HOCA AHMET YESEVİ H.Z

130 ZİYARETÇİ
  • EKLENME TARİHİ: 27 Şubat 2024 09:15
  • TARİH: YESEVİLİKTE TASAVVUF
  • WEB ADRESİ: TÜRBESİ
  • ORGANİZATÖR: 3. Risâle der Âdâb-ı Tarîkat
  • YER: YESEVİLİK

ETKİNLİK HAKKINDA

Ahmet Yesevi Türklerin manevi hayatına asırlarca hükmeden, Türk halk sufilik geleneğinin kurucusu; Arslan Baba’dan teslim aldığı emaneti insanlara “hikmet”leri aracılığıyla damla damla özümseten; kutsal emaneti Horasan Erenleriyle dünyanın dört bir bucağına ulaştıran; Türk diliyle yazdığı hikmetleriyle dilimizin gelişmesi ve zenginleşmesine büyük katkısı olan “Pir-i Türkistan”, büyük Veli öncü şair…

HAKKINDA

Orta Asya’da İslamiyet’in yayılmaya başlamasıyla birlikte, Hicrî II. (M.VIII.) asırdan itibaren bölgede zahid ve sûfîler de görülmeye başlamıştır. Bugünkü Türkmenistan sınırları içinde bulunan Merv şehrinde dünyaya gelen Abdullah b. Mübârek (M. 181/797) hem hadis âlimi hem de zahid ve sûfî idi. Merv şehrinde iki tekke (ribât) kurduğu ve buralarda halkı irşad ettiği nakledilir. Özbekistan sınırları içinde bulunan Nahşeb (bugünkü adı Karşı) ve Tirmiz şehirleri de birçok âlim ve sûfînin yetiştiği bölgelerdi.  “Sûfîyi hiçbir şey bulandıramaz, aksine her şey onunla saf ve duru hâle gelir.” diyen Ebû Türâb Nahşebî (ö. 245/859-860) ile velîlik konusundaki fikirleriyle tanınan ve çok sayıda Arapça tasavvufî eser kaleme alan Hakîm Tirmizî (m. 320/932-933) bu sûfîlerin en meşhurlarındandır. Hakîm Tirmizî’nin kabri Tirmiz şehrinde hâlâ önemli bir ziyâretgâhtır.

Buhara ve Semerkand ise hem alimleri hem de sûfîleriyle Orta Asya’nın en önemli kültür merkezleriydi. Buhara’nın Kelâbâz (Kelâbâd) Mahallesi’nde yaşayan Ebû Bekir Muhammed b. İshâk Kelâbâzî (ö. 380/990) tasavvufun öğretilerini et-Ta‘arruf li mezhebi ehli’t-tasavvuf isimli Arapça eserinde toplamış, ayrıca Bahru’l-fevâid isimli eserinde bazı hadislere tasavvufî yorumlar yapmıştır.

Tekke âdâbını tespit eden ve düzenlediği semâ meclislerinde okuduğu âşıkâne şiirlerle tanınan Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr (ö. 440/1049), bugün Türkmenistan’da bulunan Meyhene’de yaşamış ve orada vefat etmiştir. Türkmen halkı arasında “Mene Baba” lakabıyla anılır. Hayatı, menkıbeleri ve sözleri Muhammed b. Ebû Ravh Lütfullah’ın (ö. 541/1147) Hâlât u Sühanân-ı Şeyh Ebû Sa‘îd ve Muhammed b. Münevver’in Esrârü’t-tevhîd fî makâmâti’ş-Şeyh Ebî Sa’îd isimli Farsça eserleriyle günümüze ulaşmıştır. Mevlânâ Celâleddin Rûmî’ye nispet edilen ve: “Yine gel, yine gel, ne olursan ol, yine gel” diye başlayan meşhur rubâî de aslında Mevlânâ’dan iki asır önce yaşayan Ebû Sa‘îd-i Ebü’l-Hayr’ın şiirleri arasında yer almaktadır.

Keşfu’l-mahcûb isimli eserin müellifi Hücvîrî (ö. 465/1072) Fergana bölgesinde bazı mutasavvıflarla karşılaştığını, buradaki halkın şeyhlere “Bâb” dediğini nakleder. Aslında bu durum Orta Asya’daki diğer bölgeler için de geçerlidir. Ahmed Yesevî’nin bir süre yanında eğitim aldığı Otırarlı Arslan Bâb ile Arslan Bâb türbesi içinde kabirleri olan Karga Bâb ve Laçin Bâb da bu unvanı taşımaktaydılar. Nesebnâme’lerde Ahmed Yesevî’nin babası, dedesi ve diğer bazı akrabalarının “Şeyh” olarak zikredilmesi, bu bölgede Yesevî’den önce de tasavvufî hareketlerin önemli derecede etkili olduğunu göstermektedir. Bu şeyh ve dervişlerin göçebe ve yerleşik Türkler arasında, özellikle Sirderya kenarlarında ve bozkırlarda basit Türkçe ile halka hitap ederek İslâm’ı ve tasavvuf ahlâkını yaydıkları anlaşılmaktadır.

Orta Asya genelde fütüvvet ve melâmet vasfıyla öne çıkan Horasan tasavvuf kültürünün etkisi altındaydı. Bununla birlikte Semerkand ve Buhara gibi şehirlerde güçlü medreseleri ve alimleri olan bu muhit, Horasan’ın kalenderî meşrep sûfîlerinin yayılması için pek müsait bir zemin değildi. Orada ancak dinî kurallara sıkıca bağlı bir tasavvuf anlayışı gelişip yayılabilirdi ve neticede öyle oldu. Bağdat Nizâmiye Medresesi’nde eğitim görüp hoca olmuş, sonra Horasan tasavvuf kültüründe yetişmiş bir sûfî olan Yûsuf Hemedânî, Mâverâünnehr’deki birkaç müridine irşad izni verip halife olarak tâyin ettiği zaman Orta Asya’nın en önemli iki tasavvuf ekolünün tohumlarını da atmış oluyordu.

Yûsuf Hemedânî’nin (ö. 535/1140) iki önemli müridi Hoca Ahmed Yesevî ve Abdülhâlik Gucdüvânî sonraları Orta Asya’nın en yaygın tarikatları olan Yeseviyye ve Hâcegân (sonraki adıyla Nakşbendiyye) isimli tasavvuf ekollerinin kurucusu olmuşlardır. Yûsuf Hemedânî’nin kaleme aldığı bazı tasavvufî eserler günümüze ulaşmıştır. Bunlardan en meşhuru Rutbetü’l-hayat isimli Farsça eserdir. Yûsuf Hemedânî’den dinî ve tasavvufî eğitim aldıktan sonra kendi memleketi olan Yesi’ye dönüp orada halkı irşâd eden Hoca Ahmed Yesevî, Orta Asya’nın manevî hayatında derin izler bırakmış önemli bir mutasavvıftır.

HAYATI

Ahmed Yesevî bugün Kazakistan’ın Çimkent şehri yakınlarında yer alan Sayram kasabasında dünyaya gelmiş, dinî tasavvufî eğitimini tamamladıktan sonra yine o bölgedeki Yesi (bugünkü adıyla Türkistan) şehrine yerleşmiş, uzun yıllar halkı maneviyat yolunda irşad ettikten sonra burada vefat etmiş bir mutasavvıftır. Babası İbrahim Şeyh, Sayram ve civarında müridleri olan tanınmış bir sûfî idi. Anne ve babasını küçük yaşta kaybeden Ahmed Yesevî, bir süre Otırar’daki Arslan Bab isimli şeyhin yanında dinî-tasavvufî eğitim gördü. Onun da vefat etmesi üzerine başka şehirlerde eğitimine devam etti. Zamanın önemli ilim merkezlerinden Buhara’ya giden Ahmed Yesevî burada Yûsuf Hemedânî’ye intisap edip müridi oldu.

Bazı kaynaklarda Yesevî’nin Şihâbeddin Sühreverdî’ye (ö. 632/1234) veya Ebu’n-Necîb Sühreverdî’ye (ö. 563/1168-69) de mürid olup icâzet aldığı söylenir. Akrabaları arasında başka şeyhler de olan ve babasının Yesi’deki halifesi Mûsâ Hoca ile yakınlığı bulunan Ahmed Yesevî’nin bu akraba çevresinden de önemli derecede tasavvufî eğitim almış olması muhtemeldir. Eğitimini bitirdikten sonra Yesi’de dergâh kurup insanları dinî ve ahlâkî yönden yetiştiren Hoca Ahmed Yesevî, tasavvufî düşüncelerini Türkçe ve sade şiirler ile anlatmış, hikmet adı verilen bu şiirler zamanla toplanarak Dîvân-ı Hikmet mecmuaları meydana gelmiştir. Bazı menkıbelerde ağaçtan tahta kaşık yontup satarak geçimini temin ettiği ifade edilmekteyse de, aslında varlıklı bir aileye mensup olduğu anlaşılmaktadır.

Hakkında nakledilen menkıbelerden anlaşıldığı kadarıyla Yesevî, dergâhtaki zikir usulü sebebiyle dönemindeki bazı âlimler tarafından eleştirilmiştir. O da bazı şiirlerinde samimiyetten uzak âlimler ile sahte sûfîleri tenkit etmiştir. Sohbetlerinde ve şiirlerinde en çok işlediği konular Allah ve peygamber sevgisi, fakir ve yetimleri korumak, dinî kurallara riayet, güzel ahlâk, zikir, nefs ile mücadele, kendini eleştirmek (melâmet), ölümü düşünmek, manevî mertebeler ve bu mertebeleri aşmadan şeyhlik iddiasında bulunmanın kötülüğü gibi mevzulardı. ​ Rivayete göre Ahmed Yesevî altmış üç yaşına geldiğinde dergâhında yerin altına küçük bir oda şeklinde çilehane yaptırdı.

Ömrünün kalan kısmını çoğunlukla orada ibadet ve tefekkürle geçirdi. Geç dönemlere ait bazı kaynaklarda Ahmed Yesevî’nin Hicrî 562 (M. 1166-67) senesinde vefat ettiği belirtilmiş ise de, bazı araştırmacılar bu tarihin biraz daha ileriye alınması gerektiğini düşünmektedirler. ​ Ahmed Yesevî’nin İbrahim adında bir oğlu olmuşsa da kendisi hayattayken vefat etmiştir. Yesevî’nin nesli Gevher isimli kızı sayesinde devam etmiştir. Türkistan, Mâverâünnehir ve Orta Asya’da olduğu gibi Anadolu’da da kendilerini Ahmed Yesevî’nin neslinden sayan pek çok ünlü şahsiyet çıkmıştır. Semerkantlı Şeyh Zekeriyyâ, Üsküplü Şâir Atâ ve Evliya Çelebi bu isimlerden birkaçıdır.

​ XIV. yüzyılın sonunda Emîr Timur, Türkistan bozkırlarında şöhreti ve nüfuzu iyice yayılmış olan Ahmed Yesevî’nin kabrini ziyaret edip kabrin üstüne bir türbe yapılmasını emretmiş, birkaç yıl içinde türbe, cami ve dergâhıyla birlikte bir külliye oluşturmuştur. Bugün bu türbe Orta Asya’nın en önemli ziyaret yerlerinden biridir. Ahmed Yesevî’nin çilehânesi ile türbesi arasında yüz metre kadar mesafenin olması, onun ilk ve asıl dergâhının çilehane bölgesinde olduğunu akla getirmektedir. Vefatından sonra defnedildiği yere zamanla büyük bir külliye yapılınca kütüphane, aşevi, mescid ve derviş hücrelerinden oluşan yeni ve daha büyük bir dergâh meydana gelmiş olmalıdır. ​

Ahmed Yesevî’nin Yesi’de irşada başladığı sıralarda Orta Asya’da İslâmlaşmanın yanı sıra yaygın tasavvuf hareketleri de vardı. Bu dönemde Yesevî, Taşkent ve Sirderya ötesindeki bozkırlarda yaşayan göçebe Türkler arasında büyük bir etkiye sahip olmuştu. İslâm’ın esaslarını, güzel ahlâkı, tasavvufun âdâb ve erkânını basit ve yalın bir dille öğretiyordu. Bunun için, halk edebiyatından alınan anlatım teknikleriyle örülmüş hece vezninde manzumeler söylüyordu. Hikmet adı verilen bu manzumeler, dervişleri vasıtasıyla en uzak Türk topluluklarına kadar ulaştırılıyordu. Bu sayede Yesevîlik, kısa süre içinde Orta Asya Türkleri arasında yayıldı. ​ Müridlerinden Sûfî Muhammed Dânişmend’in kaleme aldığı Mir’âtü’l-kulûb isimli eserde Ahmed Yesevî’den nakledilen: “Âhir zamanda bizden sonra öyle şeyhler zuhûr edecek ki, şeytan onlardan ders alacak ve onlar Şeytan’ın işini yapacaklar…

Ehl-i Sünnet ve Cemâati düşman görüp ehl-i bidat ve dalâleti sevecekler” şeklindeki sözleri ile bazı Dîvân-ı Hikmet nüshalarında yer alan: ​ “Mürşidlikni da‘vâ kılur şartın bilmes Helâl haram, sünnet, bid’at farkın bilmes Bû-Hanîfe mezhebinde hergiz yürmes Diger bid‘at mezheplerdin yürürler-e” şeklindeki ifadeleri, diğer Orta Asya Türkleri gibi Ahmed Yesevî’nin de Sünnî ve Hanefî olduğunu göstermektedir. ​ Ahmed Yesevî’nin sözlerini ihtivâ eden en eski eserlerden biri Sûfî Muhammed Dânişmend’in Mir’âtü’l-kulûb isimli Çağatay Türkçesi ile yazılmış olan eseridir. Yesevî’nin menkıbelerini ihtivâ eden en eski eser de Hüsâmeddin Sığnâkî’ye (ö. 711/1311-1312) nisbet edilen Farsça menâkıb risâlesidir. Bu eserlerin her ikisi de yayımlanmıştır. Ahmed Yesevî, hikmetlerdeki düşünceleri ve bilhassa menkıbevî hayatıyla Orta Asya tasavvufunun en büyük isimlerinden biri olmuştur.

ESERLERİ

1. Dîvân-ı Hikmet ​

Yesevî’nin Türkçe şiirlerini içine alan derlemenin adıdır. Dîvân-ı Hikmet nüshaları, muhteva bakımından olduğu kadar dil bakımından da önemli farklılıklar arzeder. Bu durum, hikmetlerin farklı şahıslar tarafından yazıldığını veya derlendiğini gösterir. Bir kısmı kaybolan veya zamanla değişikliğe uğrayan hikmetler derlenirken yeni hikmetler eklenmiş, böylece ana metin kısmen aslından uzaklaşmıştır. Bununla birlikte, bütün hikmetlerin temelinde Yesevî’nin inanç ve düşünceleri ile tarîkatının esasları bulunur. Hikmetler, Türkler arasında bir düşünce birliğinin teşekkületmesi bakımından çok önemlidir. Dîvân-ı Hikmet, eski ve yeni harflerle birçok kez yayımlanmıştır. Bu yayınlardan en sonuncusu Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığının hikmetlerin Çağatay Türkçesi orijinalleriyle birlikte Hayati Bice’nin Türkçe sadeleştirmesinin yer aldığı baskısıdır (Ankara 2016). ​

2. Fakr-nâme ​

Yesevî’ye izafe edilen ve Çağatay Türkçesi ile yazılmış olan Fakr-nâme, Dîvân-ı Hikmet’in Taşkent ve bazı Kazan baskılarında yer alır. Müstakil bir risâleden çok Dîvân-ı Hikmet’in mensur bir mukaddimesi olan Fakrnâme, Kemal Eras- lan tarafından 1977 yılında yeni harflere çevrilerek İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisinin 22. sayısında (s.45-120) makale halinde yayımlanmıştı. Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı bu makaleyi müstakil bir kitap olarak basılmıştır (Ankara, Nisan 2016). ​

3. Risâle der Âdâb-ı Tarîkat

​ Taşkent’te yazma nüshaları bulunan bu küçük Farsça eser, tarikat âdâbı ve makamları, mürid mürşid ilişkileri, dervişlik, Allah’ı tanımak ve ilâhî aşk gibi konular hakkındadır. S. Mollakanagatulı tarafından Kazak Türkçesine tercüme edilerek yayımlanmıştır (Almatı 2012). Eser Necdet Tosun tarafından Farsça aslından Türkçeye çevrilerek Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı tarafından Fakr-nâme ile birlikte basılmıştır (Ankara, Kasım 2016). ​

4. Risâle der Makâmât-ı Erba‘în ​

Yesevî’ye nisbet edilen Farsça yazma ve küçük bir eser olup, şeriat, tarikat, marifet ve hakikattan her biri hakkında onar makam olmak üzere toplam kırk makam ve kaideyi ihtiva etmektedir. Şimdilik bilinen tek nüshası Kütahya Tavşanlı Zeytinoğlu İlçe Halk Kütüphanesindedir (nr. 1056, vr. 112a-113a). Eser Necdet Tosun tarafından Farsça aslından Türkçeye çevrilerek Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı tarafından Fakr-name ve Risâle der Âdâb-ı Tarîkat ile birlikte basılmıştır (Ankara, Kasım 2016).

MENKIBELERİ

Ahmed Yesevî’nin hayatı hakkında eski kaynaklardaki bilgiler oldukça sınırlıdır. O, Türk Dünyası’nda, gerçek hayatından ziyade menkıbeleri ile tanınmıştır. Bu menkıbelerden bir kısmı onun hayatı ve düşünceleri hakkında fikir verecek nitelikteyken, diğer bazıları halk muhayyilesinin ürünüdür. Kendisine ait birçok menkıbeden bazıları şunlardır: ​ Arslan Bâb, menkıbeye göre, ashâbın önde gelenlerinden idi. (Bâb, şeyh demektir. Bu kelime sonraları bazı eserlere Baba diye geçmiştir). Hz. Peygamber’in gazâlarından birinde ashâb-ı kirâm aç kalarak peygamberin huzuruna geldiler ve biraz yiyecek istirham ettiler. Hz. Peygamber’in duâsı üzerine Cebrâil (a.s) Cennetten bir tabak hurma getirdi. Fakat o hurmalardan bir tanesi yere düştü. Cebrâil (a.s.) dedi ki: “Bu hurma sizin ümmetinizden Ahmed Yesevî adlı birinin kısmetidir.” Her emanetin sâhibine verilmesi tabiî olduğu için Hz. Peygamber, ashâbından birini bu iş ile vazifelendirmek istedi. Neticede hurmayı Arslan Bâb’ın ağzına attı ve çok sonraları yaşayacak olan Ahmed Yesevî’nin terbiyesi ile meşgul olmasını söyledi. Dört yüz küsür yıl yaşayan Arslan Bâb, Sayram’a yahut Yesi’ye geldi ve vazifesini yerine getirdi. ​ Bazı soy şecerelerinde Arslan Bâb, Ahmed Yesevî’nin babası İbrahim Şeyh’in akrabası olarak görülmektedir. Muhtemelen Arslan Bâb’ın âlem-i mânâda (rüyada) gördüğü bu hurma hâdisesi sözlü rivayetlerde değişmiş ve bu menkıbe meydana gelmiştir. Ahmed Yesevî hazretleri vakitlerini üçe ayırırdı. Günün büyük bölümünde ibâdet ve zikirle meşgul olurdu. İkinci kısmında talebelerine zâhirî ve bâtınî ilimleri öğretirdi. Üçüncü bölümünde ise alın teri ile geçimini sağlamak üzere tahta kaşık ve kepçe yaparak bunları satardı. Bir rivayete göre, onun hâlden anlar bir öküzü vardı. Bu öküzün sırtına bir heybe asar, içine de yaptığı kaşık ve kepçeleri koyup Yesi çarşısına salıverirdi. Kim kaşık ve kepçeden alırsa ücretini heybenin gözüne bırakırdı. Mal alıp da ücretini vermeyen olursa, öküz o kimsenin peşini bırakmaz, nereye gitse peşinden o da giderdi. Adam ücreti heybeye koymadıkça o kimsenin yanından ayrılıp başka yere gitmezdi. Akşam olunca da Ahmed Yesevî’nin evine gelirdi. ​

*** ​ Hârezm’in Urgenc şehrinde İmâm Mervezî (bazı kaynaklarda Mergazî veya Merâgî) nâmında bir âlim vardı. Ahmed Yesevî hakkında söylenen uygunsuz sözler ona kadar gitmişti. Bu sözlere inanıp kendisini imtihan etmek ve şüphesini gidermek gayesiyle yanına bazı arkadaşlarını alarak yola çıktı. Yesevî’nin her tarafta talebeleri olduğunu, her zaman sohbetinde binlerce kişinin hazır bulunduğunu öğrenmişti. “Ben üç bin mesele ezberledim, hepsini ayrı ayrı sorar onları imtihan ederim.” diye düşündü. Bu sırada Ahmed Yesevî hazretleri, tekkesinde bulunuyordu. Talebesi Sûfî Muhammed Dânişmend’e: “Bakar mısın, bize kimler geliyor?” buyurdu. Dânişmend, Mervezî’nin yanındakilerle birlikte ve hâfızasında üç bin mesele ile geldiğini söyledi. Yesevî’nin emri ile Muhammed Dânişmend, o üç bin meseleden binini Mervezî’nin hâfızasından sildi. Sonra Yesevî hazretleri talebelerinden Süleyman Hakîm Ata’ya aynı şekilde emretti. O da öyle yaptı. Mervezî, hâfızasında kalan bin mesele ile Yesi’ye geldi. Hoca Ahmed Yesevî’nin yanına gelip: “Allah’ın kullarını doğru yoldan ayıran sen misin?” dedi. Yesevî hiç kızmadı. Karşılık da vermedi. “Şimdilik üç gün misafirimiz olun, sonra görüşürüz.” buyurdu. Üç gün sonra bir kürsü kuruldu. Mervezî konuşmak için kürsüye çıktı. Ahmed Yesevî Hakîm Ata’ya geri kalan bin meseleyi de silmesini söyledi. Hakîm Ata, Allah Teâlâ’ya dua etti. Aklındaki bin mesele de silindi. Mervezî, kürsü üstünde bir şeyler konuşmak istedi. Fakat hâfızasında hiçbir meselenin bulunmadığını anladı. Kitap ve defterlerini açıp oradan okumak istedi. Fakat defterindeki yazıların da silinmiş olduğunu gördü. Sayfalar bomboştu. Bu hâli gören Mervezî kusurunu anladı, tevbe etti ve Ahmed Yesevî’ye mürid oldu. Onun yanında yüksek derecelere ulaştı. ​

*** ​ Yine bir menkıbeye göre, Yesi şehrine yakın bir yerde Savran diye bir kasaba vardı. Bura halkının çoğu gayr-i müslim olup, Müslüman Yesi halkına ve özellikle Ahmed Yesevî hazretlerine çok düşmandılar. Ahmed Yesevî’nin büyüklüğü, kerâmetleri etrafa yayıldıkça ve ona bağlı olanların sayısı her geçen gün arttıkça Savranlılar ziyadesiyle rahatsız oluyorlar, Hoca hazretlerine olan düşmanlıkları da artıyordu. Bir gün Ahmed Yesevî’ye iftira etmek istediler. Bir yere toplandılar. İçlerinden birinin öküzünü getirip mezbahada kestiler. Sadece ayaklarını bıraktılar. Ertesi gün de kadıya gidip şikâyet ettiler. Öküzlerinin çalınıp mezbahada kesildiğini, kanları akarak aceleyle götürüldüğünü, kan izlerini takip ettiklerini ve öküzlerinin Ahmed Yesevî’nin tekkesine götürüldüğünü anladıklarını bildirdiler. Kadı, Ahmed Yesevî’nin tekkesine girip öküzlerini arayabileceklerini söyleyince tekkeye geldiler ve doğruca gece gizledikleri öküzün yanına vardılar. Tam maksatlarına kavuşmuş olduklarını zannediyorlardı ki Yesevî’nin kerameti tecellî edip iftiracıların hepsi bir anda köpek oldular. O öküz etine hücum edip kısa zamanda bitirdiler. Böylece esas hâlleri anlaşılmış oldu. Dışarıda kalıp bu müthiş manzarayı seyredenler hayret, dehşet ve korku içerisinde Ahmed Yesevî’nin eteklerine yapıştılar. Pişman olduklarını bildirip affedilmeleri için yalvarmaya başladılar. Yesevî hazretleri merhamet edip dua etti. Böylece tekrar eski hâllerine döndüler. Başka bir menkıbeye göre, bu Savranlılar Hoca Ahmed Yesevî’nin oğlu İbrahim’i öldürmüş ve başını kesip bir havluya sararak Yesevî’ye kavun diye getirmişlerdi. ​

*** Başka bir menkıbeye göre, Hoca Ahmed Yesevî bir gün dergâhının önünde oturuyordu. Yoldan geçmekte olan bir grup çocuk gördü. Câmiye veya medreseye Kur’ân öğrenmek için giden bu çocuklar mushaflarını bir torba (kılıf) içine koymuş ve boyunlarından aşağı sarkıtmışken, içlerinden bir tanesi Kur’ân’a olan saygısından dolayı mushafını başının üzerinde taşıyordu. Ayrıca medreseden evine dönerken hocasının bulunduğu tarafa sırtını dönmemek için geri geri yürüyerek gidiyordu. Bu durumu gören Ahmed Yesevî o çocuğa: “Oğlum! Hocandan, anne ve babandan izin al, senin dinî eğitimini ben vereyim.” dedi. Çocuk gerekli izinleri alıp Yesevî’nin dergâhına geldi. Uzun yıllar dinî eserler okuyup ilim tahsil etti, ardından mürid olup maneviyatta ilerledi. Bu çocuğun adı Süleyman idi. Bir gün Ahmed Yesevî Süleyman ve diğer birkaç arkadaşını odun toplamak için kıra gönderdi. Gelen odunlarla yemek pişirilecek ve dervişlere, talebelere ve misafirlere ikram edilecekti. Çocuklar odun getirirken yolda yağmur yağmaya başladı. Süleyman cübbesini (paltosunu) çıkarıp odunlara sardı. Dergâha geldiklerinde diğer çocukların getirdiği ıslak odunlar yanmazken Süleyman’ın kuru odunları yandı. Bunun üzerine Yesevî: “Sen ince düşünceli yani hikmetli bir iş yapmışsın. Bundan sonra senin adın Hakîm Süleyman olsun.” dedi. Sonraki yıllarda hocası Ahmed Yesevî’den icazet (diploma) alan ve Bakırgan denen bölgede yerleştiği için Süleyman Bakırganî adıyla da anılan bu zât, daha ziyade Hakîm Ata diye meşhur olmuştur. ​

*** Ahmed Yesevî, çok sevdiği Hz. Peygamber’in 63 yaşında vefat ettiğini düşünerek kendisi de bu yaşa geldikten sonra yeryüzünde fazla dolaşmak istemedi. Vaktinin çoğunu dergâhında bir yeraltı odası şeklinde oluşturduğu çilehanesinde geçiriyordu. Önde gelen talebelerinden Seyyid Mansûr Ata bu çilehaneye ilk defa indiği zaman gördüğü manzaraya üzüldü. “Şeyhim bu dar yerde sıkıntı içindedir,” diye düşünerek ağlamaya başladı. O sırada gözünden perdeler açıldı, o daracık zannettiği yeri bir ucu doğuda, bir ucu batıda gördü ve içinden geçirdiklerinin yanlış olduğunu anladı. ​

*** Bir gün Ahmed Yesevî’nin dergâhında birçok mürid bir araya gelmişti. Ancak burası dar bir yer olduğu için müridler çok terlemişler ve ter ortalığa saçılmıştı. Dergâhın alt kısmına bir küp koyup ağzını açtılar. Sızan ter o küpe doluyor ve küpün içinde güzel bir şerbete dönüşüyordu. Sûfîler de bu şerbetten içiyorlardı. Sonradan bu küp, “Aşk Küpü” (Hum-i Aşk) diye meşhur oldu.

TÜRBESİ

Hoca Ahmed Yesevî, miladî 1166 yılında vefat ettiğinde, içinde çilehanesinin de bulunduğu dergâhın 100 metre kadar uzağına defnedilmiş ve basit bir kabir – türbe yapılmıştı. Bu ilk türbe o civarda yaşayan Müslümanlar için kısa zamanda bir ziyaret mekânı olmuşsa de, çok geçmeden (XIII. yüzyılın başlarında) ortaya çıkan Moğol istilâsı ve bu istilânın yıkıcı etkileri bölgeyi olumsuz şekilde etkiledi. XIV. yüzyılın sonlarında Altınorda devletini yıkıp bu bölgeyi ele geçiren Emir Timur, Moğolistan hanının kızı Tükel Hanım’ı eş olarak seçip gelin alayını karşılamak üzere yola çıkmış, yolda Yesi şehrine uğrayıp Hoca Ahmed Yesevî’nin kabrini ziyaret etmişti. Bu Yesi ziyareti esnasında Timur’un rüyasında Ahmed Yesevî’yi gördüğü, kendisini zaferle müjdeleyen Yesevî’ye bir şükrâne olmak üzere, onun küçük türbesinin yerine büyük bir külliye inşa edilmesini emrettiği kaydedilir. Külliyenin yapımı için o dönemde Türkistan bölgesinin en meşhur mimarlarından olan Hoca Hüseyin Şîrâzî görevlendirilmişti. ​

İki kubbeli dikdörtgen bir yapı olan külliyede merkezî bölümün ortasında büyük bir kazan yer alır. Yedi metalin karışımından oluşan bu kazanın etrafında bazı dualar ve kazan ustası hakkında bilgiler vardır. Önceleri bu kazana hafif tatlandırılmış su koyularak Cuma namazlarından sonra ziyaretçilere ikram edildiği ve şifalı olduğuna inanıldığı ifade edilmektedir. Bu kazan 1934’te Stalin’in emriyle götürüldüğü bir sergiden geri getirilmeyerek St. Petersburg’daki Leningrad Hermitage müzesine konmuş, sonraları Kazakistan makamlarının gayreti ile 1989 yılında yeniden türbedeki yerini almıştır. Üzerinde büyük bir kubbe olan bu merkezî bölümün çevresinde mutfak (halımhâne), mescid, kütüphane, derviş odaları (halvethâne), su kuyusu odası (kudukhâne) gibi çeşitli maksatlarla planlanmış birçok bölüm vardır. ​

Merkezî bölümün bitişiğinde Orta Asya kültüründe evliya türbelerinin sembolü olan bir tuğ (ucunda at kuyruğu kılları, sancak ve alem olan bir direk) ve bir kapı yer alır. Bu kapı Ahmed Yesevî’nin mezarının bulunduğu odaya (Gûrhâne) açılmaktadır. Ahşap oyma işçiliği ürünü olan kapının iç tarafındaki döküm halkalardan birinde, yapılış tarihi olan hicrî 797 (m. 1395) tarihi bulunmaktadır. Bu mezar odasının üzerinde küçük kubbe vardır. Yesevî’nin mezar sandukası, açık yeşil renkte bir taştan yapılmıştır. Merkezî bölümün yanlarındaki odalardan bazılarında başka mezarlar da bulunmaktadır. XVI. yüzyıldan itibaren Kazak Türklerinden bazı yüksek mevki sahibi kişiler ve yöneticiler buralara defnedilmiştir. ​

Külliyenin etrafı ve üzeri çinilerle süslenmişken, giriş kapısının bulunduğu cephesi çinisizdir. Bu durum, Timur’un vefatı üzerine külliye inşaatının bitirilemediği ve çini süslemelerinin kısmen eksik kaldığı şeklinde açıklanmaktadır. Hatta ana girişin üstündeki kemer kısmının da Timur’un vefatıyla eksik kaldığı ve hicrî 1000 (1591-92) senesinde Buhara emîri Abdullah Han’ın emri ve desteği ile bu kemerin tamamlandığı belirtilmektedir. Abdullah Han zamanında kurulan iskeleden kalan tahtaların bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. ​

Türbenin dışını çevreleyen üç cephesinde üst kenarı takip eden kuşak şeklinde çinilerle süslü Kur’ân âyetleri vardır. Bunlar En’âm sûresinin 59-63 âyetleri arasıdır. Ayrıca dış cephede çinilerle ve Kûfî hatla Allah, Muhammed, el-Hamdü lillah, Allâhü Ekber, Lâ ilâhe illallah gibi yazılar işlenmiştir. Türbenin dışında giriş kapısına bakan bahçedeki küçük türbe, Uluğ Beg’in kızı ve Ebu’l-Hayr Han’ın eşi olan Râbia Sultan’ın türbesidir.

YESEVİLİK

Ahmed Yesevî’nin ardından müridleri vasıtasıyla onun tasavvuf yolu ve düşünceleri zamanla Orta Asya’nın farklı bölgelerine yayılmıştır. Bu yolun takipçilerinin mensup olduğu tarîkata Yeseviyye adı verildiği gibi, cehrî zikir yapmaları sebebiyle Cehriyye ve mensuplarından çoğunun Türk olması sebebiyle Silsile-i Meşâyıh-ı Türk de denilmiştir. Ahmed Yesevî’nin en meşhur halifeleri Mansûr Ata, Saîd Ata, Sûfî Muhammed Dânişmend ve Hakîm Ata’dır. Yesevîlik daha ziyade Hakîm Ata ve talebeleri ile devam etmiştir. ​

Asıl adı Süleyman Bakırgânî olan Hakîm Ata (ö. 582/1186) tasavvufî eğitimini tamamladıktan sonra Yesi’den ayrılıp Harezm bölgesine gitmiş ve orada halkı irşad ile meşgul olmuştur. Hocası Ahmed Yesevî gibi hikmet tarzında Türkçe şiirler söyleyen Hakîm Ata’nın bazı şiirleri Bakırgan Kitabı isimli mecmua içinde günümüze ulaşmıştır. Âhir Zaman Kitabı, Hazret-i Meryem Kitabı ve Mi‘râcnâme gibi başka manzum eserleri de olan Hakîm Ata’nın hayatı ve menkıbeleri, yazarı belli olmayan Türkçe ve mensur Hakîm Ata Kitabı’nda toplanmıştır. “Barça yahşı biz yaman, barça buğday biz saman” yani “herkes iyi biz kötüyüz, herkes buğday (gibi değerli), biz samanız.” ve “Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi Kadir bil.” gibi sözleri meşhurdur. Kabri, Özbekistan’ın Karakalpakistan özerk bölgesindeki Kongrat şehrindedir. ​

Hakîm Ata’nın en önemli halifesi Zengî Ata’dır (ö. 656/1258). Taşkent’te yaşayan Zengî Ata’nın çobanlık yaparak geçimini sağladığı ve şeyhi Hakîm Ata’nın vefatından sonra dul kalan hanımı Anber Ana ile evlendiği nakledilir. Zengî Ata’nın meşhur dört halifesi Uzun Hasan Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata ve Bedr Ata’dır. Bunlardan Seyyid Ata ve Sadr Ata’nın Deşt-i Kıpçak’taki Sarayçık’a gittiği, orada bulunan Altınorda hükümdarı Özbek Han’ı İslâmiyet’e davet ettiği ve Sadr Ata’nın gösterdiği kerâmet neticesinde Özbek Han ile birlikte 70.000 kişinin Müslüman olduğu nakledilir.

​ Ahmed Yesevî’nin bir diğer icazetli müridi (halifesi) Sûfî Muhammed Dânişmend Otırar’da dergâh kurup halkı irşad etmiştir. Dânişmend’in en meşhur talebesi Süzük Ata (bazı kaynaklarda lakabı Sükçük veya Süksük şeklinde geçer) diye anılan Şeyh Mustafa’dır. Şeyh Mustafa’nın halifesi İbrahim Ata, İbrahim Ata’nın oğlu İsmail Ata’dır. Babası öldüğünde on yaşında olan İsmail Ata dinî ve tasavvufî eğitimine Hârezm, Buhara ve Semerkand’da devam ettikten sonra Hocend’e gidip Şeyh Maslahat Hocendî’den hilâfet almış ve kendi memleketi olan Kazıgurt’ta irşada başlamıştır. Oğlu ve halifesi Hoca İshak XIV. yüzyılın ortalarında kaleme aldığı Hadîkatü’l-ârifîn isimli Türkçe eserinde babası İsmail Ata ve diğer bazı sûfîlerin görüşleri ile Yesevîlik âdâbına yer vermiştir. İsmail Ata ve oğlu Hoca İshak’ın kabirleri Kazıgurt yakınlarındaki Turbat’tadır. Yukarıda adı geçen Süzük Ata’nın Taraz’da yöneticilik yapan “Melikü’z-zühhâd” lakaplı bir kişiye hilâfet verdiği, bu silsilenin Ebu’n-Nûr Süleyman Âşık b. Dâvûd ve Cemâleddin Muhammed Kâşgarî ile devam ettiği anlaşılmaktadır. ​

Yukarıda adı geçen Zengî Ata’nın mürid ve halifelerinden Sadr Ata’dan sonra sırasıyla Elemîn Baba (bazı kaynaklarda Eymen veya Almîn), Şeyh Ali Şeyh ve Mevdûd Şeyh halkı irşada devam etmişlerdir. Mevdûd Şeyh’ten sonra Yeseviyye silsilesi iki kola ayrılarak devam eder: Bunlardan birisi Kemâl Şeyh Îkânî, diğeri Hâdim Şeyh ile başlamaktadır. Kemâl Şeyh’ten sonra silsilenin bu kolu şöyle devam eder: Şeyh Aliâbâdî (Seyyid Ahmed), Şemseddin Özgendî, Abdâl Şeyh (Şeyh Üveys), Şeyh Abdülvâsi‘ ve Şeyh Abdülmüheymin. Bu son zâtın XVI. yüzyılda Taşkent’te yaşadığı bilinmektedir. Bu silsiledeki Şemseddin Özgendî “Şems-i Âsî” mahlasıyla hikmet tarzında şiirler söylemiştir. ​

Hâdim Şeyh ile başlayan diğer Yesevî kolu da kendi içinde ikiye ayrılarak devam etmiştir: Birinci kol Hâdim Şeyh’in halifelerinden Şeyh Cemâleddin Kâşgarî Buhârî, Süleyman Gaznevî, Seyyid Mansûr Belhî (ö. 965/1557) ile devam ederek Osmanlı döneminde İstanbul’u ziyaret eden Nakşibendî ve Yesevî şeyhi Ahmed b. Mahmûd Hazînî’ye ulaşır. Hazînî’nin eserleri şunlardır: Cevâhiru’l-ebrâr min emvâci’l-bihâr, Menba‘u’l-ebhâr fî riyâzi’l-ebrâr, Huccetü’l-ebrâr, Tesellâü’l-kulûb, Câmi‘u’l-mürşidîn ve Dîvân. Bu koldaki Cemâleddin Kâşgarî Buhârî’den sonra başka bir alt kol Şeyh Hudâydâd Buhârî Gazîregî (ö. 939/1532), Mevlânâ Velî Kûh-i Zerî, Kâsım Şeyh Azîzân Kermînegî (ö. 986/1578-79) ve Pîrim Şeyh yoluyla devam ederek Âlim Şeyh lakaplı Muhammed Âlim Sıddîkî’ye (ö. 1043/1633) ulaşır. Bu son zât, 1033’te (1624) tamamladığı Lemehât min nefehâti’l-kuds isimli Farsça eserinde Ahmed Yesevî’den başlayarak kendi dönemine kadar yaşamış olan birçok Yesevî şeyhi hakkında mühim bilgiler vermiştir. Âlim Şeyh’in halifesi olan Mevlânâ Osman’a intisap ederek hilâfet almış bulunan Buharalı Mevlânâ Muhammedî İmlâ (ö. 1162/1749-1750) Yesevîliğin yanı sıra Nakşibendiyye’den de icâzetli idi. ​ Âlim Şeyh’in halifelerinden Muhammed Şerîf Buhârî (ö. 1109/1697) Farsça olarak kaleme aldığı Huccetü’z-zâkirîn li reddi’l-münkirîn isimli eserinde hem cehrî zikrin meşrû olduğunu ispatlamak için deliller getirmiş, hem de önceki Yesevî şeyhleri hakkında bilgiler vermiştir. Bu zât Yesevîliğin yanı sıra Nakşibendîlik’ten de icâzetli idi.

Hikmet tarzında Türkçe şiirler yazan Kul Şerîf’in de bu zât olduğu tahmin edilmektedir. Kendisinden sonra silsile sırasıyla Fethullah Azîzân ve Lütfullah Azîzân ile devam edip Şeyh Hudâydâd b. Taş Muhammed Buhârî’ye (ö. 1216/1801) ulaşır. Tasavvufa dâir birçok eser kaleme alan Şeyh Hudâydâd’ın Bustânü’l-muhibbîn isimli Türkçe eseri Yeseviyye tarikatının âdâbı hakkında mühim bilgiler içeren ve cehrî zikri savunan bir kaynaktır. Onun halifesi Ömer Îşân, Yesevîlikle birlikte Nakşibendîliğin Müceddidiyye koluna da bağlıydı. XIX. yüzyılın başlarına kadar izi sürülebilen ve zayıflamış ya da Nakşibendîliğin içinde erimeye başlamış olsa da silsilesi bilinen Yesevîlik, bu tarihten sonra yazılı kaynaklarda izlenemez olmuş, XIX. yüzyılın sonlarında Ruslar’ın Orta Asya’da hâkimiyet kurmasının ardından da gözden kaybolmuştur. ​

Yukarıda adı geçen Yesevî şeyhlerinin dışında, kaynaklarda hayatı veya silsilesi hakkında yeterli bilgi bulunmayan başka Yeseviyye mensupları da vardır. Ahmed Yesevî’nin halifelerinden Baba Maçin ve Yaşlıg Yunus Ata, İsmail Ata’nın müridi Otlug Yunus Ata, Bahâeddin Nakşibend’in kendileriyle görüştüğü Kusem Şeyh, Halil Ata ve Pehlivan Ata, Emîr Külâl’in oğlu ile görüşen Kök Ata, Türkistanlı Tonguz Şeyh, sadece Türkçe konuştuğu için Türkçü Ata diye anılan Taşkentli bir Yesevî şeyhi bunlardan bazılarıdır. ​

Yaşayan bir şeyhten tasavvufî eğitim almayıp rüyasında Ahmed Yesevî’den ya da sonraki Yesevî şeyhlerinden Üveysî yolla hilâfet aldığını söyleyen kişiler de olmuştur. XV. yüzyılda Şehrisebz yakınlarında yaşayan ve Hazret Beşîr diye anılan Seyyid Ahmed Beşîrî (ö. 868/1463) ile XVI. yüzyılda Doğu Türkistan’da yaşayan ve Yârkend’de vefat eden Muhammed Şerîf Buzurgvâr (ö. 963/1556-57) bunlardandır. Seyyid Ahmed Beşîrî’nin hayatı ve menkıbeleri Nâsır b. Kâsım Türkistânî’nin Heşt Hadîka veya Hadâiku’l-cinân adıyla anılan Farsça eserinde toplanmıştır. Muhammed Şerîf Buzurgvâr’ın menkıbeleri ise Muhammed Sıddîk Zelîlî’nin Türkçe ve manzum olan Tezkire-i Muhammed Şerîf Buzugvâr isimli eseri ile aynı ismi taşıyan ancak yazarı bilinmeyen mensur Türkçe bir eserde bir araya getirilmiştir. ​

Bazı kaynaklarda Tatar ve Bulgar bölgelerinde yaşayan Biraş b. Abraş Sûfî, Ufa yakınlarında kabri olan Hüseyin Beg, Azerbaycan’ın Niyazabad şehrinde türbesi olan Avşar Baba ve Türkmenistan’da yaşamış olan Gözlü Ata gibi şahısların Yesevî şeyhi ya da dervişi olduğu iddia edilmiştir.

​ XV. yüzyılın sonlarında kaleme alındığı tahmin edilen Vilâyetnâme’de Anadolu sûfîlerinden Hacı Bektâş-ı Velî doğrudan veya dolaylı olarak Ahmed Yesevî’nin halifesi olarak gösterilmişse de, bu eserden daha önce XIV. yüzyılda yazılan Eflâkî’nin Menâkıbü’l-ârifîn’inde ve XV. yüzyılda kaleme alınan Âşıkpaşazâde Târih’inde Hacı Bektâş-ı Velî’nin Vefâiyye tarikatı şeyhi Baba Rasûl lakaplı Baba İlyâs-ı Horasânî’nin halifesi olduğu açıkça belirtilmiştir. Ayrıca XVII. yüzyılda kaleme alınan Evliyâ Çelebi Seyâhatnâmesi’nde Yesevî dervişi olarak takdim edilen Geyikli Baba ve Emirci Sultan’ın (Emîr-i Çîn Osman) daha eski ve güvenilir kaynaklar olan Elvan Çelebi’nin Menâkıbü’l-kudsiyye’si ile Âşıkpaşazâde Târih’inde Vefâiyye şeyhi Baba İlyâs’ın önde gelen halifelerinden olduğu ifade edilmektedir. Geç döneme ait ve güvenilirliği tartışmalı olan Vilâyetnâme ve Seyâhatnâme gibi bazı kaynaklarda Anadolu’daki bir kısım Vefâiyye mensuplarının Yeseviyye tarikatından gibi gösterilmesi, XIII. yüzyılda Vefâiyye şeyhlerinden Baba İlyâs-ı Horasânî’nin Anadolu Selçuklu Devleti aleyhine başlattığı isyanın oluşturduğu toplumsal psikoloji ile doğrudan ilişkili olmalıdır. Babaîler İsyanı adı verilen bu hareket devlet tarafından bastırıldıktan sonra Vefâiyye tarikatına mensup, özellikle de Babaîler ile ilişkisi bulunan birçok sûfî, isyan töhmetinden uzak kalmak için tarikatının adını gizlemiş ya da Ahmed Yesevî yolundan geldiğini öne sürmüş olmalıdır. Sonraki asırlarda bu söylentiler Vilâyetnâme ve Seyâhatnâme gibi kitaplara da geçmiştir. Bu sebeple güvenilir kaynaklar ve orijinal silsilenâmeler bulunmadığı sürece Anadolu ve Balkanlar’da Yesevî varlığından söz etmek oldukça zordur. XIX. yüzyılın sonlarında Orta Asya’nın Fergana Vâdisi’nde ve Kırgız bölgelerinde görülen Laçiler ile Saçlı Îşânlar’ın da Yesevîlikle bağlantısı ispat edilememiştir. Bunlar Orta Asya Kalenderîlerinin son kalıntıları olmalıdır.

YESEVİLİKTE TASAVVUFÎ EĞİTİM

İntisap

İntisap, tasavvuf yoluna girmek ve bağlanmak demektir. Yesevîliktetasavvufî eğitim intisapla başlar. Hoca İshâk b. İsmail Ata’nın XIV. yüzyılda Çağatay Türkçesiyle yazdığı Hadîkatü’l-ârifîn isimli eserinde anlatıldığına göre, Yesevîlikte intisap merâsimi şöyle yapılırdı: Şeyh, mürid olmak niyetiyle gelen kişinin elini tutar, tevbe etmesini ve Allah’a yönelmesini tavsiye ederek şu tevbe virdini üç kez okurdu: “Estağfirullâhe’llezî lâ ilâhe illâ Hû el-Hayye’l-Kayyûm ve es’elühü’t-tevbe”.

Sonra eline bir makas alır ve: “Yâ eyyühe’llezîne âmenû tûbû ilallâhi tevbeten nasûhâ” (et-Tahrîm, 66/8) âyetini okuyup müridin saçından, önce sağ, sonra sol, sonra da orta taraftan iki üçer adet kıl keserdi. Bu saç kesme olayı, sembolik olarak müridin dünya ve dünyevî şeylerin sevgisini kalbinden kesip atması ve mâneviyata yönelmesi gerektiğini ifade ederdi. Bunun peşinden şeyh, müride nafile namaz kılmayı, sürekli zikretmeyi, şeyhinden izinsiz iş yapmamayı tavsiye ederdi.

Zikir

Yesevîlikte toplu ve sesli olarak icra edilen zikre, zikr-i erre adı verilirdi. Zikr-i erre, Farsça’da “testere zikri” demektir. Zikrin ilerleyen aşamalarında kelimeler kaybolup sâdece boğazdan testere sesini andıran bir hırıltı çıktığı için bu şekilde isimlendirilmiştir. XIII. yüzyılın sonları ile XIV. yüzyılın başlarında yaşadığı anlaşılan Yesevî şeyhi İsmâil Ata’nın zikir konusunda şöyle dediği nakledilir: “Demirci demiri ateşte ısıtıp çekiçle dövdüğü gibi, mürîd de kalbini Hû zikrinin çekici ile dövüp temizlemelidir.” İsmâil Ata bir mürîdine zikir telkîn ettikten sonra şöyle derdi: “Ey derviş! Tarîkat kardeşi olduk. Benden bir nasihat kabul et: Bu dünyayı yeşil bir kubbe olarak düşün, farz et ki âlemde sâdece sen varsın, bir de Hak Teâlâ var. O kadar zikret ki, tevhîdin galebesi ile sadece Hak Teâlâ kalsın, sen aradan çık!” Hoca İshak b. İsmail Ata, her şeyhin ve mürşidin zikir için Allah’ın isimlerinden birini tercih ettiğini, Hoca Ahmed Yesevî’nin “Allah” ve “Hû” şeklinde iki ismi müridlere telkin ettiğini, İsmâil Ata’nın ise “Hû” zikrini tercih ettiğini söyler.

Müellifi bilinmeyen ve Risâle-i Zikr-i Hazret-i Sultânü’l-ârifîn ismiyle anılan Çağatay Türkçesi’yle yazılmış bir eserde ise Yesevîlerin zikrinin altı türünden bahsedilir: 1. İsm-i zât zikri: “Allah” diye zikretmektir. Bu zikir, “Allah Hû, Allah Hû, Yâ Hû, Allah Hû” şeklinde de icra edilir. 2. İsm-i sıfat zikri: “Hay âh, Hay âh” diye zikretmektir. Bu zikir öğle namazından sonra ayakta (kıyâmî) icra edilir, “Hay” ve “âh” derken beş parmak yumulur. 3. Dûsere zikri: “Hay, âh, Allah, Hay, Hû” ve “Hay, Hayyen, Hû Allah; Hay, Hayyen, Hû Allah” diye zikretmektir. 4. Zikr-i Hû: “Hû, Hû, Hû Allah; Hû, Hû, Hû Allah” diye zikretmektir. 5. Zikr-i çaykun: Zikir vaktinde ritim, âhenk ve mûsikînin bir arada ve uyum içinde devam etmesi için zâkirin elinde çıngırak gibi bir âleti hareket ettirmesi, çak çak diye ses çıkarmasıdır. “Hû (çak), Hû (çak)” diyerek zikredilir. 6. Çehâr darb: “Hay, âh âh âh, Hay, Hû; Hay, âh âh, âh, Hay, Hû” diye zikretmektir. Bu altı zikir usûlüne ek olarak bir de “zikr-i kebûter” (güvercin zikri) vardır ki “Hû, Hû” diye icra edilir. ​

Halvet

Dervişlerin ibadet ve tefekkür için bir süre yalnız kalmalarına halvet denir. Yesevîlikte tasavvufî eğitimin önemli unsurlarından biri de halvettir. Yeseviyye tarîkatında halvetin geleneksel bir âdâb ve merasimi vardır. Hazînî’nin Cevâhiru’l-ebrâr’da verdiği bilgiye göre, genel teamülden farklı olarak Yeseviyye’de halvet grup hâlinde yapılır. Halvete girecek olan mürîdler, mürşidin muvafakatıyla birgün önceden oruç tutmaya başlarlar. Halvetten bir gün önce sabah namazından sonra müridler zikir ve tekbirlerini çoğaltırlar. Aynı gün ikindi namazından sonra halvethânenin kapı, baca, tüm delikleri kapatılır ve müridler güneş batıncaya dek tevbe ve zikirle meşgul olurlar. Akşam namazından sonra iftar için sıcak su getirilir, müridler bununla orucunu açar ve bundan sonra su verilmez. Ardından kara darıdan halvet çorbası verilir. Tüm halvet ehli bu çorbayı içtikten sonra harâreti teskin için küçük bir karpuz ya da ayran verilebilir. Yemekten sonra Kur’ân-ı Kerîm’den bir sûre, ya da birkaç âyet okunur. Ayakta saf tutup üç kere tekbir getirilir, sonra oturulup gece yarısına kadar zikrullâh ile meşgul olunur. Bu esnada “hikmet” adı verilen ilâhîler okunur. Ardından başlar tıraş edilir ve halvethânenin dört yönüne doğru tekbir getirilir. Bundan sonra zikirle meşgul olunur. Kandil sönünce birkaç saat istirahat edilir ve görülen rüyalar şeyhe tâbir ettirilir.

Halvet, gece gündüz bu şekilde kırk gün devam eder. Kırk günün sonunda mutfak görevlileri diğerlerinden daha önce halvethâneden çıkar ve kurban keserler. ​ Bu kurbanların kanlarını ve kemiklerini gömerek saklamak âdettir. Kesilen kurbanların boğazları kebap yapılarak soğuk su veya ayranla halvet ehline verilir. O gece sûfîler evlerinde istirahat eder ve ertesi gün sabah namazında dua ve zikirlerle halvetin tam olarak bittiği ilân edilmiş olur.

Sohbet

Bazı Yesevî şeyhleri tasavvufî ve ahlâkî sohbetin önemini vurgulamak gayesiyle: “Namazın kazâsı olur ama sohbetin kazâsı olmaz.” demişlerdir. Gâfil insanların, hatta bu gâfil insanlara ait eşyaların bile sûfîlerin mânevî huzur hâlini bozacağına inanılırdı. Menkıbeye göre, Hoca Ahmed Yesevî, sohbetinde beklenen feyz ve huzur hâli meydana gelmeyince müridlerine tekkeyi araştırmalarını söylemiş, gâfil bir kişinin bastonunu tekkede unuttuğu görülmüş, bu baston dışarı çıkarılınca feyizli bir sohbet yapılabilmiştir.

Hilâfet

Tasavvufî eğitimini tamamlayan derviş, halkı irşad etme yetkisi yani hilâfet (icâzet) alır ve halife olurdu. Yesevîlikte icâzet ve hilâfetin sembolü olarak bu kişiye şeyh tarafından bir asâ hediye edilirdi. Çobanın koyunları asâ ile güttüğü ve kurtlardan koruduğu gibi, halife olan kişinin de mânevî terbiyesiyle meşgul olduğu kişileri eğitmesi ve nefsin tuzaklarından koruması beklenirdi. Tasavvufî eğitim mertebelerini tamamlamayan müride hilâfet verilmesi uygun görülmezdi. Bu makamları aştıktan sonra da içinde kibir duygusunun kalıp kalmadığını anlamak için bazen boynuna bir sepet asılır ve bir süre dilencilik yapması istenirdi. Hilâfet asâsı alan kişinin yüksek ahlâka sâhip olması ve Yesevîliğin pîri Hoca Ahmed Yesevî’yi duadan unutmaması gerekirdi. ​

Hizmet

Hoca İshâk b. İsmail Ata’nın kaleme aldığı Hadîkatü’l-ârifîn’in üçüncü bölümü şeyh ve şeyhlik hakkındadır. Bu bölümde “şeyhlik, halkı Hakk’a davet etmektir”, “bütün insanlara şefkatli olmaktır” gibi ifadeler yer alır. İsmail Ata’ya sormuşlar: Halkı Hak Teâlâ’ya ulaştıran kaç tane yol vardır? Şöyle cevap vermiş: “Varlıktaki bütün zerreler sayısınca yol vardır. Ama bir müslümanı rahatlatmak ve ona faydalı olmaktan daha yakın ve daha iyi bir yol yoktur.”

Netice olarak Hoca Ahmed Yesevî, şiirleri, fikirleri ve eserleri ile Orta Asya’da İslâmiyet’in, ahlâk ve maneviyatın yayılmasına önemli katkıları olmuş bir Allah dostudur. Hikmet tarzı şiirleri kısa zamanda Anadolu’ya kadar ulaşmış olmalı ki, Yunus Emre’nin “Bana seni gerek seni” nakaratlı şiiri, Yesevî’nin “Menge sen ok kerek sen” (Bana sırf sen gereksin) şiirinin mana ve şekil yönünden tekrarı gibidir. Osmanlı’da özellikle Nakşibendîlere ait Özbek tekkelerinde Dîvân-ı Hikmet’ten bazı şiirlerin ilahi tarzında okunduğu bilinmektedir. Osmanlı son döneminde Nakşibendî-Hâlidî şeyhlerinden Hacı Hasan Şükrü Efendi (ö. 1327/1909) tarafından bazı hikmetler Çağatay Türkçesi’nden Osmanlı Türkçesine çevrilmiş ve Tercüme-i Dîvân-ı Ahmed-i Yesevî adıyla yayınlanmıştır (İstanbul 1327/1909). Bu durum Ahmed Yesevî’nin Orta Asya’dan binlerce kilometre uzaklarda bile asırlarca unutulmadığını ve fikirlerinden istifade edildiğini göstermektedir.

Yesevî’nin hikmet tarzı şiirleri asırlardan beri Kazak bozkırlarında yankılandığı gibi, Özbek köylerinde ve Kırgız çadırlarında tekrarlanmıştır. Özbekler çayhanelerde Yesevî hikmetleri okuyanlara “Yesevîhân” adını vermişler, bu hikmetler özellikle Fergana vadisinde kadınlar arasında da okunmuştur. Kırgızlar’ın Dîvân-ı Hikmet’i ve Hakîm Ata’nın şiirlerini ihtivâ eden Bakırgan Kitabı’nı çocuklarına okudukları bilinmektedir. Âhiret’te Sırât Köprüsü’nde Ahmed Yesevî’nin Kırgızlar’a yardım edeceği şeklindeki halk inancı da Yesevîliğin Kırgızlar üzerindeki tesirini göstermektedir. Bugün Kazakistan’ın Türkistan (eski adı Yesi) şehrinde düğün yapan gelin ve damatların Ahmed Yesevî türbesine gelip dua etmeleri bile, bu büyük gönül insanının asırları aşan tesirinin bir göstergesidir.